Mektubat On Dokuzuncu Mektub

esbâb-ı mâniaya binâen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız mûterize bak; diyor ki, "İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vukù bulmamış." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!
BEŞİNCİ NOKTA: İnşikâk-ı kamer kendi kendine, bâzı esbâba binâen vukù bulmuş, tesâdüfì, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kânunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resûlünün risâletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, hârikulâde olarak o hâdiseyi îkâ etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risâletin iktizâsıyla, hikmet-i Rubûbiyetin istediği insanlara ilzâm-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktizâ etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-i nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâlî haysiyetiyle, bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bâzılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbâbâ binâen, gösterilmemiş. Eğer, umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin (a.s.m.) neticesi ve mu’cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti: o vakit, risâleti bedâhet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyârı kalmazdı; iman ise, aklın ihtiyâriyledir; sırr-ı teklif zâyi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilse idi, risâlet-i Ahmediye (a.s.m.) ile münâsebeti kesilirdi ve onunla husûsiyeti kalmazdı.
Elhâsıl, şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı. Katî ispat edildi. Şimdi, vukùuna delâlet eden çok bürhanlarından altısına
HAŞİYE işaret ederiz. Şöyle ki:
Ehl-i adâlet olan Sahâbelerin, vukùuna icmâı ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin, tefsirinde, onun vukùuna ittifâkı ve ehl-i rivâyet-i sâdıka bütün muhaddisînin pekçok senetlerle ve muhtelif tarîklerle vukùunu nakletmesi ve ehl-i keşif ve ilhâm bütün evliyâ ve sıddıkînin şehâdeti ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemânın tasdiki ve nass-ı katî ile dalâlet üzerine icmâları vâki olmayan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) o vak’ayı telâkkî-i bilkabul etmesi, güneş gibi, inşikâk-ı kameri ispat eder.
Elhâsıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesâbına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat nâmına ve îman hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:
Semâ-i risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Dîvân-ı Nübüvvet, nasıl ki mahbûbiyet derecesine çıkan ubûdiyétindeki velâyetin kerâmet-i uzmâsı ve mu’cize-i kübrâsı olan Mîrac ile, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhâniyeti ve mahbûbiyeti gösterildi ve velâyetini isbat

HAŞİYE
Yani, altı defa icmâ suretinde, vukùuna dâir altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maattessüf kısa kalmıştır.