Mektubat Yirminci Mektub

ustalık san’atı o kubbedeki taşlara havale edilse ve bir taburun zabite ait idaresi neferâta bırakılsa, ya hiç vücuda gelmez, veyahut çok müşkülât ve karışıklık içinde, intizamsız bir vaziyet alacak. Halbuki, o kubbelerdeki taşlara vaziyet vermek için, taş nevinden olmayan bir ustaya verilse ve taburdaki neferâtın idaresi, mertebe itibarıyla zabitlik mahiyetini haiz olan bir zabite havale edilse, hem san’at kolay olur, hem tedbir ve idare suhuletli olur. Çünkü taşlar ve neferler birbirine mâni olurlar; usta ve zabit ise, mânisiz, her noktaya bakar, idare eder.
İşte, , Vâcibü’l-Vücudun mahiyet-i kudsiyesi, mahiyet-i mümkünat cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin Esmâ-i Hüsnâsından olan Hak isminin şualarıdır. Madem mahiyet-i mukaddesesi hem Vâcibü’l-Vücuddur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mâhiyâta muhâliftir; misli, misali, mesîli yoktur. Elbette o Zât-ı Zülcelâlin o kudret-i ezeliyesine nispeten bütün kâinatın idaresi ve terbiyesi, bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır. Haşr-i âzam ve dâr-ı âhiret, Cennet ve Cehennemin icadı, bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden bir baharda ihyâları kadar kolaydır.
Üçüncü sır: Adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzînin nihayet derecede olan kolaylığa sebebiyet vermelerinin sırrı ise şudur ki:
Madem Sâni-i Kadîr mekândan münezzehtir; elbette kudretiyle her mekânda hazır sayılır. Ve madem tecezzî ve inkısam yoktur; elbette herşeye karşı bütün esmâsıyla müteveccih olabilir. Ve madem her yerde hazır ve herşeye müteveccih olur; öyleyse mevcudat ve vesâit ve ecram Onun ef’âline mümânaat etmez, ta’vik etmez; belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektriğin telleri gibi ve ağacın dalları gibi ve insanın damarları gibi, eşya, vesile-i teshilât ve vasıta-i vusul-ü hayat ve sebeb-i sürat-i ef’âl hükmüne geçer. Ta’vik, takyid, men ve müdahâle şöyle dursun, belki teshil ve tesri’ ve îsâle vesile hükmüne geçer. Demek, Kadîr-i Zülcelâlin tasarrufât-ı kudretine, herşey itaat ve inkıyad cihetinde-ihtiyaç yok; eğer ihtiyaç olsa-kolaylığa vesile olur.
Elhasıl: Sâni-i Kadîr, külfetsiz, muâlecesiz, süratle, suhuletle, herşeyi, o şeye lâyık bir surette hâlk eder. Külliyâtı, cüz’iyat kadar kolay icad eder. Cüz’iyâtı, külliyat kadar san’atlı hâlk eder.
Evet, külliyâtı ve semâvâtı ve arzı hâlk eden kim ise, semâvat ve arzda olan cüz’iyâtı ve efrad-ı zîhayatiyeyi hâlk eden elbette yine Odur ve Ondan başka olamaz. Çünkü o küçük cüz’iyat, o külliyâtın meyveleri, çekirdekleri, misal-i musaggarlarıdır.
Hem o cüz’iyâtı icad eden kim ise, cüz’iyâtı ihata eden unsurları ve semâvat ve arzı dahi O hâlk etmiştir. Çünkü, görüyoruz ki, cüz’iyat, külliyâta nispeten birer çekirdek, birer küçük nüsha hükmündedir. Öyleyse, o cüz’îleri hâlk eden Zâtın elinde, anâsır-ı külliye ve semâvat ve arz bulunmalıdır. Tâ ki, hikmetinin düsturlarıyla ve ilminin mizanlarıyla o küllî ve muhit mevcudatın hülâsalarını, mânâlarını, numunelerini, o küçücük misal-i musaggarlar hükmünde olan