Eğer muamelât ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen, vefa ve ihtisar ve selâmet ve selâset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliğiyle cemal-i zatiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.
Bu meselenin hâtimesi: Kelâmın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti ise, makamın haricinde üslûbu aramamaktır. Şöyle ki:
Mânânın kametine göre bir üslûbu kestirmek istediğin vakit, dahil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından, lâakal kelâmın tazammun ettiği mevzuun veya kıssatın veya san’atın levazımının parça parçasından ve tevabiinin kıt’a kıt’asından bir üslûbu dikmek, zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek, tâbir hata olmasa, harice boykotaj etmekle, elbette kelâmın kuvveti tezayüd ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır. Demek, mânâ ve makam ve san’at ise, kelâmın delâlet-i vaz’iyesine yardım edebilir. Nasıl kelâm, delâlet-i vaz’iye ile mânâyı gösterir, öyle de, böyle üslûp ise tabiatıyla mânâya işaret eder. Eğer bir nümune istersen, Dokuzuncu Meseledeki Arabî parçalarına bak. İşte:
Eğer istersen, ulûm-u âliyenin
kitaplarının dibaçelerine bak. Eğer çendan o dibaçelerde şu san’at-ı belâgat
Kur’ân’ı öğreten Rahmân’ın kelâmına bir bak: Rabbinin âyetlerinden hangi biri var ki, bu hakikat onda tecellî etmesin? Yazıklar olsun o zahirperestlere ki, anlamadıkları şeyi tekrara hamlederler.
Bu hakikati görmek istersen, kıssa-i Mûsâ’ya bak. Bu kıssanın tamamında, onun herbirinden daha büyük bir kuvvet vardır ki, Kur’ân onu yed-i beyzâsına aldığı vakit, ilm-i beyanın sâhirleri, onun belâgatine hayran kalmış ve muhabbetle secdeye varmışlardır.