düşecekler. Hem idare ve muhâfaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem, emânette hıyânet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret içinde hasâret. Hem de bana satmak ise, bana asker olup, benim nâmımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yâver-i askeri olursunuz."
Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:
"Başüstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim."
Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbîn, ayyaş; güyâ ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden, dağdağalarından haberi yok. Dedi:
"Yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam."
Biraz zaman sonra, birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftâr olmuş ki; hem herkes ona acıyor, hem de "Müstehak!" diyor. Çünkü hatâsının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.
İşte, ey nefs-i pürheves! Şu misâlin dürbünü ile hakikatin yüzüne bak:
Ammâ, o padişah ise, ezel ebed sultanı olan Rabbin, Hàlıkındır.
Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mîzanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zâhirî ve bâtınî hasselerindir.
Ve o yâver-i ekrem ise, Resûl-i Kerîmdir.
Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur’ân-ı Hakîmdir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi şu âyetle ilân ediyor:
Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Mâdem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip, ibkà etmek çaresi yok mu?" deyip düşünürken, birden semâvî sadâ-i Kur’ân işitiliyor.
Der: "Evet, var. Hem, beş mertebe kârlı bir sûrette güzel ve rahat bir çaresi var."
Suâl: Nedir?
Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır. (Tevbe Sûresi: 111.)