DOKUZUNCU LEM’A:
Cüz’de, cüzîde, küllde, küllîde, küll-i âlemde, hayatta, zîhayatta, ihyâda olan sikkelerden, hâtemlerden, turralardan bâzılarına işaret ettik. Şimdi, nevilerde hesapsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz.
Evet, nasıl ki meyvedar bir ağacın hesapsız semereleri, bir terbiye-i vâhide, bir kanun-u vahdetle, bir tek merkezden idare edildiklerinden, külfet ve meşakkat ve masraf, o kadar suhûlet peydâ eder ki, kesretle terbiye edilen tek bir semereye müsâvi olurlar; demek kesret ve taaddüd-ü merkez, her semere için, kemiyetçe bütün ağaç kadar külfet ve masraf ve cihazât ister. Fark, yalnız keyfiyetçedir. Nasıl ki bir tek nefere lâzım teçhizât-ı askeriyeyi yapmak için, orduya lâzım bütün fabrikalar kadar fabrikalar lâzımdır; demek iş, vahdetten kesrete geçse, efrad adedince-kemiyet cihetiyle- külfet ziyâdeleşir. İşte her nev’de bilmüşâhede görünen suhûlet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevahhudden gelen bir yüsr ve suhûletin eseridir.
Elhâsıl: Bir cinsin bütün envâı, bir nevin bütün efrâdı, âzâ-i esâsîde muvâfakat ve müşâbehetleri nasıl ispat ederler ki, tek bir Sâniin masnu’larıdır; çünkü vahdet-i kalem ve ittihad-ı sikke öyle ister; öyle de, bu meşhud suhûlet-i mutlaka ve külfetsizlik, vücûb derecesinde icâb eder ki, bir Sâni-i Vâhidin eserleri olsun. Yoksa imtinâ derecesine çıkan bir suûbet o cinsi, in’idama ve o nevi, ademe götürecekti.
Velhâsıl, Cenâb-ı Hakka isnad edilse, bütün eşya birtek şey gibi bir suhûlet peydâ eder; eğer esbâba isnad edilse, her bir şey bütün eşya kadar suûbet peydâ eder. Mâdem öyledir; kâinatta şu görünen fevkalâde ucuzluk ve şu göz önündeki hadsiz mebzûliyet, sikke-i Vahdeti güneş gibi gösterir. Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu meyveler Vâhid-i Ehadin malı olmazsa, bütün dünyayı verse idik, bir tek narı yiyemezdik.
ONUNCU LEM’A:
Tecellî-i Cemâliyeyi gösteren hayat, nasıl bir bürhan-ı Ehadiyettir, belki bir çeşit tecellî-i vahdettir; tecellî-i Celâli izhâr eden memat dahi bir bürhan-ı Vâhidiyettir.
Evet, meselâ,
nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmî şeffâfâtı, güneşin aksini ve ışığını göstermek sûretiyle, güneşe şehâdet ettikleri gibi; o katarâtın ve şeffâfâtın gurûbuyla gitmeleriyle beraber, arkalarından yeni gelen katarât tâifelerine ve şeffâfât kabîleleri üstünde yine güneşin cilveleri haşmetle devamı ve ışığının tecellîsi ve noksansız istimrârı, katiyen şehâdet eder ki, sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misâlî güneşçikler ve ışıklar ve nurlar bir bâkî, dâimî, âlî, tecellîsi zevâlsiz bir tek güneşin cilveleridir. Demek o parlayan katarâtlar, zuhuruyla ve
En yüce sıfatlar Allah’ındır. (Nahl Sûresi: 60.)