semâ-i Kur’ân’da parlayan birtek necm-i âyetin bir lem’ası ve bahr-i Furkandan akan bir âyetin ırmağından tek bir katresi ve bir kenz-i âzam-ı Kitâbullahta her biri bir sandukça-i cevâhir olan âyetlerin birtek âyetinin birtek incisidir. İşte On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında bir nebze tarif edilen o Kelâmullah, İsm-i Âzamdan, Arş-ı Âzamdan, Rubûbiyetin tecellî-i âzamından nüzûl edip, ezeli ebede rabt edecek, ferşi arşa bağlayacak bir vüs’at ve ulviyet içinde, bütün kuvvetiyle ve âyâtının bütün katiyetiyle mükerreren
-1- der, bütün kâinatı işhâd eder; ve şehâdet ettirir. Evet,
-2-.
Evet, o Kur’ân’a selîm bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki; cihât-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki, hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile, içine girmeye ve daire-i ismetine duhûle fürce bulamaz. Çünkü, üstünde sikke-i i’câz, altında bürhan ve delil, arkasında nokta-i istinâdı mahz-ı vahy-i Rabbânî, önünde saadet-i dâreyn, sağında aklı istintak edip tasdikini temin, solunda vicdânı istişhâd ederek teslimini tesbit, içi bilbedâhe sâfî hidâyet-i Rahmâniye, üstü bilmüşâhede hâlis envâr-ı imâniye, meyveleri biaynelyakîn kemâlât-ı insaniye ile müzeyyen asfiyâ ve muhakkikîn-i evliyâ ve sıddîkîn olan o lisân-ı gaybın sînesine kulağına yapıştırıp dinlesen, derinden derine gayet mûnis ve muknî, nihayet ciddî ve ulvî ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-i semâvî işiteceksin ki; öyle bir katiyetle
der ve tekrar eder ki, hakkalyakîn derecesinde söylediğini, aynelyakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifâza ediyor.
Elhâsıl: Herbirisi birer güneş olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki, biri âlem-i şehâdetin lisânı olarak bin mu’cizât içinde bütün enbiyâ ve asfiyânın taht-ı tasdiklerinde İslâmiyet ve risâlet parmaklarıyla işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakikati, diğeri âlem-i gaybın lisânı hükmünde, kırk vücuh-u i’câz içinde, kâinatın bütün âyât-ı tekviniyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkàniyet ve hidâyet parmaklarıyla işaret edip bütün ciddiyetle gösterdiği aynı hakikati, o hakikat güneşinden daha bâhir, gündüzden daha zâhir olmaz mı?
Ey dalâletâlûd mütemerrid insancık!
Hâşiye
Ateşböceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin, onlardan istiğnâ edebilirsin, üflemekle onları söndürmeye çalışırsın? Tuuuh, tuf, senin o münkir aklına!.. Nasıl o iki lisân-ı gayb ve şehâdet ve bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi nâmına ve onun hesâbına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin? Ey bîçare ve sinekten daha âciz, daha hakîr! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun?
Hâşiye
Bu hitâb, Kurân’ı kaldırmaya çalışanadır.
1 Ondan başka ilâh yoktur. (Bakara Sûresi 163; Al-i İmrân Sûresi: 2; .)
2 Âlem hep berâber "Lâ ilâhe illâ Hû" diyor.