Hulâsa olarak, müfessirin Kur’ânî risâleleriyle, risâlet-i Ahmediyenin (a.s.m.) âzamî takvâ ve âzamî ubûdiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velâyeti Ahmediyenin lemeâtına mazhar olmuş hâdim-i Kur’ân bir zât olması.
Dokuzuncusu: Müfessirin Kur’ânî ve şer’î meseleleri beyân ederken şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetvâ vermeyen ve ölümü istihkâr edip dünyaya meydan okuyacak bir imân kuvvetiyle hakikati pervâsızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesârete mâlik olan bir müfessir olması gerektir.
Hem, idâm plânlarının tatbik edildiği ve birtek dinî risâle neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imhâ edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur’ânî, şer’î esâsâtı telif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla bir mürşid-i kâmil ve İslâmın bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli ve Kur’ân’ın mûteber bir müfessir-i âzamı olmuş olması lâzımdır.
İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî’de ve eserleri olan Nur Risâlelerinde aynıyla mevcut olduğu, hakiki ve mütebahhir ulemâ-i İslâmın icmâ ve tevâtür ve ittifâkıyla sabit olmuştur. Ve hem intibâha gelmekte olan bu millet-i İslâmiyece, Avrupa ve Amerikaca mâlûm ve musaddaktır.
İşte arkadaşlar, biz, böyle bir tefsir-i Kur’ân arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk.
Kıymetli kardeşlerim,
Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi, imânı kurtarmak veya kaybetmek dâvâsıdır. Umumi harbler, beşere intibah vermiş, dünya hayatının fânîliğini ihtar etmiştir ve bâkî bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir dâvâyı şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için, bir dâvâ vekili bulmakta Hâşiye çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için tetkîkàtımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:
Asrımızdan evvelki İslâmiyetin ilm-i kelâm dâhîleri ve dinimizin hârika imamları ve Kur’ân-ı Hakîmin dâhî müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zâtlar, İslâmiyetin birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zâtların yaşadığı zaman gibi değildir.
Eski zamanda dalâlet, cehâletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalâlet, Kur’ân ve İslâmiyete ve imâna taarruz, fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izâlesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan, ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Hem, bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin yirminci asırdaki kadar terakkî etmemiş olduğu mâlûmunuzdur.