Temsil, i’câz-ı Kur’ân’ın en parlak bir aynası olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. Şöyle ki:
Birtek zât, muhtelif merâyâ vâsıtasıyla külliyet kesb eder. Cüz’î-yi hakiki iken, umumi şuûnâta mâlik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ, şems bir cüz’î-yi müşahhas iken, eşyâ-i şeffâfe vâsıtasıyla, öyle küllî hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsâlleriyle, akisleriyle dolduruyor; hattâ katarât ve parlak zerrât adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyâsı ve ziyânın içinde olan yedi renkli elvân-ı seb’ası, herbirisi, mukabilindeki eşyaya muhît, âmm ve şâmil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsâliyle beraber harareti, hem ziyâyı, hem elvân-ı seb’ayı gözbebeğinde saklıyor ve sâfî kalbini ona bir taht yapıyor.
Demek, şems, vâhidiyet haysiyetiyle, ona mukabil umum eşyaya muhît olduğu gibi; Ehadiyet cihetiyle, herbir şeyde güneş çok vasıflarıyla beraber, bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur. Mâdem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok envâından şu meseleye medâr olacak üç nevine işaret ederiz.
• Birincisi,
kesif maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil; hem mevâttır, ölüdür, hüviyet-i sûriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen aynalar mahzenine girsen, bir Said binler Said olur; fakat zîhayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hâssaları onlarda yoktur.
• İkincisi,
maddî nurânînin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil; mahiyeti tutmuyor, fakat o nurânînin ekser hâsiyetlerine mâliktir, onun gibi hayy sayılıyor.
Meselâ, şems dünyaya girdi, herbir aynada aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hâssaları hükmünde olan ziyâ ve ziyâdaki elvân-ı seb’a bulunuyor. Eğer, farazâ güneş zîşuur olsa idi-harareti ayn-ı kudreti, ziyâsı ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı-o vakit, o tek ve yektâ bir güneş, bir anda herbir aynada bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle aynamız vâsıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o, bize bizden daha yakın olurdu.
• Üçüncüsü,
nurânî ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır, hem ayndır. Fakat aynaların kabiliyeti nisbetinde tezâhür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini tamamen tutmuyor.
Meselâ, Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, Dıhye sûretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın önünde secdeye gider. Hem, o anda hesabsız yerlerde bulunur, evâmir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş, bir işe mâni olmazdı.
İşte, şu sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nurâniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvâtlarını birden işitir ve Kıyâmette bütün asfiyâ ile bir anda görüşür; biri birisine mâni olmaz. Hattâ evliyâdan, ziyâde nurâniyet kesb eden ve abdâl denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşâhede ediliyormuş. Aynı zât, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.
Evet, nasıl cismâniyâta cam ve su gibi şeyler ayna olur; öyle de, ruhâniyâta dahi hava ve esîr ve âlem-i misâlin bâzı mevcûdâtı ayna hükmünde ve berk ve hayal süratinde bir vâsıta-i seyir ve seyahat sûretine geçerler.