Sözler On İkinci Söz

Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dâir birer kitap telif ettiler. Fakat feylesofun kitâbı, yalnız harflerin nakışlarından ve münâsebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifâtından bahseder; mânâsına hiç ilişmez. Çünkü, o ecnebî adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’ân’ı, bilmiyor ki, bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki, ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor; fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyâgerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Ammâ, Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit, anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, Kur’ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinât-ı zâhiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurûfun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âlî, daha gàlî, daha latîf, daha şerîf, daha nâfi, daha câmi’. Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakàik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrârından bahsederek, gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.
Sonra ikisi, eserlerini götürüp o hâkim-i zîşâna takdim ettiler. O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış; fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakàik olan Kur’ân’ı, mânâsız nukuş zannederek, mânâ cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi, onun eserini başına vurdu; huzurundan çıkardı.
Sonra, öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı, gördü ki, gayet güzel ve nâfi bir tefsir ve gayet hakîmâne, mürşidâne bir teliftir. "Aferin, bârekâllah," dedi. "İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır." Sonra, onun eserine bir mükâfat olarak, her bir harfine mukabil, tükenmez hazînesinden on altın verilsin, irâde etti.
Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör:
Ammâ o müzeyyen Kur’ân ise, şu musannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır; diğeri, Kur’ân ve şâkirdleridir.
Evet, Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümânıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem, her biri birer harf-i mânidar olan mevcudâta mânâ-i harfî nazarıyla, yani, onlara Sâni hesâbına bakar; "Ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir sûrette Sâniin cemâline delâlet ediyor" der. Ve bununla, kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.
Ammâ, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, hurûf-u mevcudâtın tezyinâtında ve münâsebâtında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitâb-ı kebîrin hurufâtına mânâ-i harfî ile, yani, Allah hesâbına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip, mânâ-i ismî ile, yani, mevcudâta mevcudât hesâbına bakar, öyle