Şimdi, bir neferi, o kumandan-ı âzam bütün devâir-i askeriyeye taallûk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her devâiri görüp ve görünecek bir makam vermek istese, elbette o kumandan-ı âzam, o neferi, onbaşı dairesinden tut, tâ daire-i âzamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.
Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki, padişah eğer âciz olmazsa, sûrî olduğu gibi mânevî cihetinde de iktidarı olsa, o vakit ferîk, müşir, mülâzım gibi eşhâsı tevkil etmez, bizzat her yerde bulunur. Yalnız bâzı perdeler altında ve makam sahibi eşhâsın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bâzı velî-i kâmil olan padişahlar çok dairelerde, bâzı eşhas sûretinde icraatını yaptığı rivâyet edilir. Şu temsil ile baktığımız hakikat ise, acz onun içinde olmadığı için, doğrudan doğruya herbir dairede emir ve hüküm kumandan-ı âzamdan geliyor; onun emriyle, irâdesiyle, kuvvetiyledir.
İşte, şu temsil gibi, Hâkim-i Arz ve Semâvât, emr-i
’e mâlik âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakàt-ı mahlûkatında cereyan eden ve kemâl-i itaat ve intizam ile imtisâl olunan, evâmir ve kumandanlığının şuûnâtı ve zerrâttan seyyârâta ve sinekten semâvâta kadar olan tabakàt-ı mahlûkat ve tavâif-i mevcudâtta küçük büyük, cüz’î küllî tabakàtı ve tâifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rubûbiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.
Şimdi, bütün kâinattaki makàsıd-ı ulyâ ve netâic-i uzmâyı anlayacak ve bütün tabakàtın ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetlerini görmekle Zât-ı Kibriyânın saltanat-ı rubûbiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşâhede ederek, o Zâtın marziyâtı ne olduğunu anlamak ve Onun saltanatına dellâl olmak için, alâküllihâl, o tabakàt ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i âzamiyesinin ünvânı olan Arş-ı âzamına girecek, tâ Kàb-ı Kavseyne, yani imkân ve vücûb ortasında Kàb-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüşecektir. Ki, şu seyr ü sülûk ise, Mi’racın hakikatidir.
Herbir insan, aklıyla, hayal süratinde seyerânı; herbir velî, kalbiyle berk süratinde cevelânı ve cism-i nurânî olan herbir melek ruh süratinde Arştan ferşe, ferşden Arşa deverânı; ehl-i Cennetin insanları, Burak süratinde, haşirden beş yüz sene fazla mesafeden Cennete çıkmaları olduğu gibi, nur ve nur kabiliyetinde ve evliyâ kalblerinden daha latîf ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misâlîden daha zarif olan ruh-u Muhammediyenin (a.s.m.) hadsiz vezâifine medâr ve cihâzâtının mahzeni olan cism-i Muhammedî (a.s.m.), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir.
Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıyoruz:
Hatıra geliyor ki: O mülhid kalbinden der: "Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum; nasıl Mi’raca inanacağım?"
"Ol!" der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)