Sözler Otuz Birinci Söz

âlemlerinde gezdirsin. Umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı rubûbiyetine bir dellâl ve marziyât-ı İlâhiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. mu’cizât nişanlarıyla imtiyâzını göstersin. Kur’ân gibi bir ferman ile, o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.
İşte, Mi’racın pekçok hikmetlerinden, şu temsil dürbünüyle, bir ikisini nümûne olarak gösterdik; sâirlerini kıyas edebilirsin.
• İkinci temsil: Nasıl ki bir zât-ı zîfünûn, mu’ciznümâ bir kitâbı telif edip yazsa-öyle bir kitap ki, her sayfasında yüz kitap kadar hakàik, her satırında yüz sayfa kadar latîf mânâlar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa-bütün o kitâbın maânî ve hakàikleri, o kâtib-i mu’ciznümânın kemâlât-ı mâneviyesine baksa, işaret etse; elbette öyle bitmez bir hazîneyi kapalı bırakıp abes etmez. Her halde o kitâbı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap mânâsız kalıp, beyhûde olmasın. Onun gizli kemâlâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da, sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitâbı bütün maânîsiyle, hakàikıyla ders verecek birisini, en birinci sayfadan tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.
Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakàik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitâbın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitâbı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır. Hem, umumunu en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidadlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitâbın umumunu ve küllî hakàikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sayfası olan tabakàt-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sayfası olan daire-i ehadiyete kadar bir seyerân ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile, Mi’racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.
Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıp, kalbini dinleyeceğiz; ne hale girdiğini göreceğiz.
İşte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor, "Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkülüm daha var:
"Birincisi: Şu Mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?
"İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz, ’Kâinat, onun nurundan halk olunmuş. Hem, kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir.’ Bu ne demektir?