Sözler Otuz Birinci Söz

olması ne kadar saadetâver ve medâr-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.
BEŞİNCİ MEYVE:
İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış; ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudâtı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürûr-u mesûdiyetkârâne veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere denilse, "Sen müşir oldun"; ne kadar memnun olur. Halbuki, fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firâk sillesini dâimâ yiyen bîçare insana, birden "Ebedî, bâkî bir Cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân’ın rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerâna ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i Cemâline de muvaffak olursun" denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.
Şimdi, makam-ı istimâda olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at; mü’min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
• Meselâ, senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf müthiş cenâzelerle dolu. İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vâveylâsıdır. İşte, biz şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbab şekline girse, düşman gördüğümüz kimseler kardeşler sûretine dönse, o müthiş cenâzeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibâdetkâr şeklinde görünse, o yetimâne ağlayışlar senâkârâne "Yaşasınlar!" hükmüne girse ve o ölümler ve o soymaklar, garâtlar, terhisât sûretine dönse, kendi sürûrumuz ile beraber herkesin sürûruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrûrâne olduğunu elbette anlarsın.
İşte Mi’rac-ı Ahmediyenin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u imândan evvel şu kâinatın mevcudâtı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit yabancı, muzır, müz’ic, muvahhiş ve dağ gibi cirimler birer müthiş cenâze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar; bütün sadâlar, firâk ve zevâlden gelen vâveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda, meyve-i Mi’rac olan hakàik-ı erkân-ı imâniye nasıl mevcudâtı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazifeden azad etmek; ve sadâlar, birer tesbihât hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.
• İkinci temsil: Senin ile biz, Sahrâ-i Kebîr gibi bir mevkîdeyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi