Sözler Yirmi Altıncı Söz

• Birincisi: Elbette kâinatın intizam ve mîzan lisâniyle hikmet ve adâletine şehâdet ettiği bir âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevap ve ikàb olacak, mahiyeti meçhûl bir cüz-i ihtiyârî vermiştir. O âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfîk edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.
• İkincisi: Bizzarûre herkes kendisinde bir ihtiyâr hisseder; o ihtiyârın vücudunu vicdânen bilir. Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey mâlûmâtımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.
• Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyârî, kadere münâfi değil; belki, kader ihtiyârı teyid eder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin bir nevidir. İlm-i İlâhî, ihtiyârımıza taallûk etmiş. Öyle ise, ihtiyârı teyid ediyor, iptal etmiyor.
• Dördüncüsü: Kader, ilim nevindendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, mâlûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, irâdeye bakar ve kudrete istinat eder.
Hem, ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona "ezel" deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir.
Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mâzi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna yalnız mukabilini tutar. Sonra, o iki tarafı bir tertib ile tutar; çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat, o ayna ile yükseğe çıktıkça, o aynanın mukabil dairesi genişlenir; git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte şu ayna, şu vaziyette onun irtisâmında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem muahhar, muvâfık muhâlif denilmez.
İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle, manzâr-ı âlâdan, ezelden ebede kadar Her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhâkemâtımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir ayna tarzında olsun.
• Beşincisi: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek. Öyle ise, denilmesin ki, "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir; cüz-i ihtiyârıyla tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı, yine ölecekti?"
Suâl: Niçin denilmesin?
Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O