Sözler Yirmi Beşinci Söz

ve katî ispat ve ciddî iknâ edememişler. Âdetâ, onlar uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbâb ile gidip, orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan mârifet-i İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü’l-Vücudu ispat ederler.
Âyet-i kerîme ise, herbirisi birer asâ-i Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıttırır. Kur’ân’ın bahrinden tereşşuh eden Arabî Katre Risâlesinde ve sâir Sözlerde şu hakikat, fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz.
İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudâtına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyâsetine geçip bir fırka teşkil eden fıràk-ı dâllenin bütün imamları hakàikın tenâsübünü, muvâzenesini muhâfaza edemediğindendir ki, böyle, bid’aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur’âniyenin i’câzını gösterir.
Hâtime
Kur’ân’ın lemeât-ı i’câzından iki lem’a-i i’câziye, On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında geçmiştir ki, bir sebeb-i kusur zannedilen tekrarâtı ve ulûm-u kevniyede icmâli, herbiri birer lem’a-i i’câzın menbaıdır. Hem, Kur’ân’da mu’cizât-ı enbiyâ yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân, Yirminci Sözün İkinci Makamında vâzıhan gösterilmiştir. Daha bunlar gibi, sâir Sözlerde ve risâle-i Arabiyemde çok lemeât-ı i’câziye zikredilip, onlara iktifâen yalnız şunu deriz ki:
Bir mu’cize-i Kur’âniye daha şudur ki: Nasıl bütün mu’cizât-ı enbiyâ, Kur’ân’ın bir nakş-ı i’câzını göstermiştir; öyle de, Kur’ân, bütün mu’cizâtıyla, bir mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olur. Ve bütün mu’cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) dahi, Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ki, Kur’ân’ın Cenâb-ı Hakka karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu’cize olur. Çünkü o vakit birtek kelime bir çekirdek gibi bir şecere-i hakàikı mânen tazammun edebilir. Hem, merkez-i kalb gibi hakikat-i uzmânın bütün âzâsına münâsebettar olabilir. Hem, bir ilm-i muhîte ve nihayetsiz bir irâdeye istinad ettiği için, hurûfuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte, şu sırdandır ki, ulemâ-i ilm-i huruf, Kur’ân’ın bir harfinden bir sayfa kadar esrar bulduklarını iddiâ ederler ve dâvâlarını, o fennin ehline ispat ediyorlar.
Risâlenin başından şuraya kadar bütün Şûleleri, Şuâları, Lem’aları, Nurları, Ziyâları nazara topla, birden bak. Baştaki dâvâ, şimdi katî netice olarak, yani

De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.