Sözler Yirmi Dokuzuncu Söz

Bilbedâhe, madde hâkim değil ki, ona mürâcaat edilsin, kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur; bir esâsın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.
Hem, bizzarûre, madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemâlât ona takılsın, ona binâ edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir sûrettir.
Görülmüyor mu ki, gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi nispetinde âsâr-ı hayat tezâyüd ediyor, nur-u ruh teşeddüt ediyor. Güyâ madde inceleştikçe, bizim maddiyâtımızdan uzaklaştıkça, ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi, hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecellî ediyor.
İşte, hiç mümkün müdür ki, bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhâtı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın? Hiç mümkün müdür ki, şu maddiyât ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhâtı ve lemeât ve semerâtının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine ircâ edilip izah edilsin? Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhât ve lemeât gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyât ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervâh üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
İkinci Esas
Melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ-ı mânevî ile-tâbirde ihtilâflarıyla beraber-bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ, maddiyâtta çok ileri giden hükemâ-i İşrâkiyyunun Meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, "Her bir nevin bir mahiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır" derler. Melâikeyi öyle tâbir ediyorlar. Eski hükemânın işrâkiyyun kısmı dahi melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak "ukùl-ü aşere" ve "erbâbü’l-enva" diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyân, "melekü’l-cibâl, melekü’l-bihar, melekü’l-emtâr" gibi, her neve göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşâdıyla, bulunduğunu kabul ederek, o nâmlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdât derecesine mânen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek,
Hâşiye "kuvâ-i sâriye" nâmiyle bir cihette kabule mecbur olmuşlar.

Hâşiye
Melâike mânâsını ve ruhâniyâtın hakikatini inkâra mecâl bulamamışlar, belki fıtratın nâmuslarından "kuvâ-i sâriye" diye, "cereyan eden kuvvetler" nâmını vererek, yanlış bir sûrette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!..