Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın tâifeleri, birbirinden bahsi ve muhâveresi ve rivâyeti gibi, melâikelerle muhâvere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivâyet etmesine icmâ etmişlerdir. Acaba, hiçbir ferd melâikelerden, bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddit eşhâsın vücudu katî bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ ve ittifak devam etsin; ve böyle müspet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevâtüren, o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umuminin menşei, mebâdi-i zarûriye ve bedihî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede bütün akàid-i insaniyede istimrâr etsin, bekà bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın bu icmâ-ı azîmin senedi, bir hads-i katî olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i katî, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zarûriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve ruhânîlerin rü’yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zarûriyedir, esâsât-ı katiyedir.
Hem hiç mümkün müdür, hiç mâkul müdür, hiç kàbil midir ki, hayat-ı içtimâiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiyâ ve evliyâ tevâtür sûretiyle ve icmâ-ı mânevî kuvveti ile ihbar ettikleri ve şehâdet ettikleri melâike ve ruhâniyâtın vücutları ve müşâhedeleri, bir şüphe kabul etsin, bir şekke medâr olsun. Bâhusus onlar, şu meselede ehl-i ihtisastırlar. Mâlûmdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu meselede ehl-i ispattırlar. Mâlûmdur ki, iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefiy ve inkâra müreccahtırlar.
Ve bilhassa kâinat semâsında dâim parlayan ve hiçbir vakit gurûb etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü’ş-şümûsu olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbarâtı ve risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kàbil midir ki, bir şüphe kabul etsin? Mâdem tek bir ruhâniyâtın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nevin umumen tahakkukunu gösteriyor; ve mâdem şu nevin vücudu tahakkuk ediyor; elbette, onların sûret-i tahakkukunun en ahseni, en mâkulü en makbulü, Şeriatın şerh ettiği gibidir, Kur’ân’ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi’racın gördüğü gibidir.
Dördüncü Esas
Şu kâinatın mevcudâtına nazar-ı dikkat ile bakılsa görünür ki, cüz’iyât gibi külliyâtın dahi birer şahs-ı mânevîsi vardır ki; birer vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı