Sözler Yirmi Dördüncü Söz

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun! Sen, kendi nefsini kendine ma’bud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nevi rubûbiyet veriyorsun. Halbuki, muhabbetin sebebi, ya kemâldir-zîrâ kemâl zâtında sevilir-yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis! Birkaç sözde katî ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet etmelisin; veyahut acımalısın; veyahut mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen-çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de, lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun-o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem’acık ile iktifâ eder. Zîrâ, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifâ ettiğin ve saadetleriyle mes’ud olduğun bütün kâinatın menfaatleri, ni’metleri iltifatına tâbi bir Mahbub-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem, Kemâl-i Mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.
Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû-i istimâl edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, -1- ’yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin,Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sû-i istimâl etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz bir musîbettir. Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbub-u Ezelînin, Kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et:
-2-
İkinci Meyve: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve

1 O [Allah].

2 Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Âl-i İmrân Sûresi: 31.)