Şuâlar — Dokuzuncu Mesele

Hem hiç imkân var mı ki, bu kâinatın Sânii, mahlûkatını yüz bin dillerle birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin ve kendisi konuşmasın? Hâşâ!
Hem hiç akıl kabul eder mi ki, kâinattaki makasıd-ı İlâhiyesini bir fermanla bildirmesin? Ve muammâsını açacak ve "Mahlûkat ne yerden geliyorlar? Ve ne yere gidecekler? Ve niçin böyle kafile kafile arkasında buraya gelip bir parça durup geçiyorlar?" diye üç dehşetli sual-i umimîye hakiki cevap verecek Kur’ân gibi bir kitabı göndermesin? Hâşâ!
Hem hiç mümkün müdür ki, on üç asrı ışıklandıran ve her saatte yüz milyon lisanlarda kemâl-i hürmetle gezen ve milyonlar hâfızların kalblerinde kudsiyetiyle yazılan ve nev-i beşerin keyfiyeten kısm-ı âzamını kanunlarıyla idare eden ve nefislerini ve ruhlarını ve kalblerini ve akıllarını terbiye ve tezkiye ve tasfiye ve talim eden ve Risale-i Nur’da kırk vech-i i’cazı ispat edilen ve kırk taife ve tabaka-i nâsa ve herbir tabakaya karşı bir nevi i’câzını gösterdiği kerametli ve harikalı On Dokuzuncu Mektupta beyan olunan ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bin mu’cizâtıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâmullah olduğu kat’î ispat edilen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i Ezelî ve o Sâni-i Sermedînin kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!
Demek, iman-ı billâh, bütün hüccetleriyle, Kur’ân’ın kelâmullah olduğunu ispat ediyor.
Hem hiç mümkün müdür ki, zeminin yüzünü mütemadiyen zîhayatlarla doldurup boşaltan ve kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızı zîşuurlarla şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelâl, semavatı ve yıldızları boş ve hâli bıraksın; onlara münasip ahâliyi yaratıp, o semavî saraylarda iskân etmesin ve saltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yâversiz, nâzırsız, seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz bıraksın? Hâşâ, melekler sayısınca hâşâ!
Hem hiçbir cihette imkânı var mı ki, bu kâinatı öyle bir kitap tarzında yazar ki, herbir ağacın bütün tarihçe-i hayatını bütün çekirdeklerinde kaydeden ve herbir otun ve çiçeğin bütün vazife-i hayatiyesini bütün tohumlarında yazan ve herbir zîşuurun bütün sergüzeşte-i hayatiyesini hardal gibi küçük kuvve-i hafızasında gayet mükemmel yazdıran ve bütün mülkünde ve devâir-i saltanatında her ameli ve her hadiseyi müteaddit fotoğraflarla alarak muhafaza eden ve rububiyetin en ehemmiyetli bir esası olan adalet, hikmet ve rahmetin tecellîleri ve tahakkukları için koca Cennet ve Cehennemi ve sırat ve mizan-ı ekberi yaratan bir Hâkim-i Hakîm ve Alîm-i Rahîm, insanların kâinatı alâkadar eden amellerini yazdırmasın ve mücazat ve mükâfat için fiillerini kaydettirmesin ve seyyiat ve hasenatlarını kaderin levhalarında yazmasın? Hâşâ, kaderin Levh-i Mahfuzunda yazılan harfleri adedince hâşâ!