4. Kur’an, aldığı harfleri, hece harflerinin adedince surelere tevzi etmiştir.
5. Hece harflerinin mehmuse, mechure, şedide, rehve, müsta’liye, münhafıza, mütbika, münfetiha gibi çiftli cinslerinin herbirisinden yine nısıf almıştır.
6. Çifti, yani eşi olmayan (evtar) kısmında sakilden azı, hafiften çoğu almıştır: Kalkale, zellaka gibi.
7. Kur’an-ı Azimüşşanın, surelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen minval üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarik, 504 ihtimalden intihap edilmiştir. Ve intihap edilen şu tarikten başka hiçbir ihtimalle mezkur tansif mümkün değildir. Çünkü, taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir.
Bu gibi i’caz lem’alarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin!
İKİNCİ MEBHAS:
Bu mebhasta da birkaç letaif vardır:
1.
ile emsalinde göze çarpan garabet, bu harflerin pek garip ve acip birşeyin mukaddemesi ve keşif kolları olduklarına işarettir.
2. Bu surelerin başlarındaki takti-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın me’hazine ve neden neş’et ettiğine işarettir.
3. Bu harflerin taktii, müsemmanın vahid-i itibari olup, terkib-i mezci olmadığına işarettir.
4. Bu harflerin takti’ ile tadadı, san’atın madde ve me’hazini muhataba göstermekle muarazaya talip olanlara karşı meydan okuyarak, "İşte, i’caz-ı san’atı, şu gördüğünüz harflerin nazım ve nakışlarından yaptım. Buyurunuz meydana!" diye, onların tahkirane tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir.
5. Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir.
Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilan ediyor ki: "Ben sizden beliğ manaları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu tadad ettiğim harflerden bir nazire yapınız-velev iftira ve hikayelerden ibaret bile olursa olsun!"
6. Harfleri tadad ile hecelemek, yeni kıraate ve kitabete başlayan müptedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki, Kur’an, ümmi bir kavme ve müptedi bir muhite muallimlik yapıyor.
7.
,
,
gibi harfleri, mesela, elif, lam, dal gibi isimleriyle tabir ve zikretmek, ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usuldür. Bundan anlaşılıyor ki, hem söyleyen, hem dinleyen ümmi olduklarına nazaran, bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir; ancak, başka bir yerden ona geliyor.