Muhakemat Sekizinci Mesele

Beşinci belâ: Ehl-i tefrit ve ifrat olan biçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de, her mecazın her yerinde taharrî-i hakikat etmektir. Evet, mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşvünema bularak sümbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir.
Altıncı belâ: Nazarı tams eden ve belâğatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek, ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meâli tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadisin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâğatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatin imtinâıdır. Halbuki, karine-i mânia, aklî olduğu gibi, hissî ve âdî ve makamî, daha başka çok şeylerle de olabilir. Eğer istersen, Cennetü’l-Firdevs gibi olan Delâilü’l-İ’câz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir. Göreceksin, o koca Abdülkahir, gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.
Yedinci belâ: Muarrefi münekker eden biri de, hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, "gayr-ı men hüve leh" olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arapların uslûplarına hiç nazar etmemişlerdir ki, nasıl diyorlar: "Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden mufarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu, ilh..." Miftah-ı Sekkâkî’de beyan olunduğu gibi, pek çok yerlerde san’at-ı beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ı beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise, deveran sırrıyla mağlâta-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki