Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları ile yine Kur’ân’a karşı çıkmamış; hiçbir zaman çıkamaz, geçti zaman-ı imtihanı.
Sâir kitaplara benzemez, onlara ma’kîs olmaz. Zîrâ yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzûlü, müteferrik, mütekàtı’, bir hikmet-i Rabbânî.
Esbâb-ı nüzûlü muhtelif, mütebâyin. Bir maddede es’ile mütekerrir, mütefâvit. Hâdisât-ı ahkâmı müteaddid, mütegayyir. Muhtelif, mütefârık nüzûlünün ezmânı.
Hâlât-ı telâkkîsi mütenevvi’, mütehâlif. Aksâm-ı muhatabı müteaddid, mütebâid. Gàyât-ı irşâdında mütederric, mütefâvit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyânî,
Cevabî, hem hitâbî. Bununla da beraber, selâset ve selâmet, tenâsüb ve tesânüd, kemâlini göstermiş. İşte onun şâhidi: Fenn-i beyân-ı maânî.
Kur’ân’da bir hâssa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb, âyine-i insanî.
Ey sâil-i misâlî! Sen ki îcâz istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez âsumânı.
Zîrâ o kırk enva-ı i’câzından yalnız birtekini ki, cezâlet-i nazmıdır, İşârâtü’l-İ’câz’da sıkışmadı tibyânı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhânî ilhamları ziyâde; ben istiyorum senden tafsil ile beyânı.
Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr
De’b-i edeb-i ebed-müddet-i Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr
Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-i haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabânî edebse, hamâset noktasında hakperestliği etmez.