Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervâhın tayyâreleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyrân edip, o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mu’cizât-ı fıtratı temâşâ ederler.
Elbette kesâfetli topraktan ve kudûretli sudan mütemâdiyen letâfetli hayatı ve nurâniyetli zevi’l-idrâki halk eden Hàlık’ın, elbette ruha ve hayata münâsip şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden, bir kısım zîşuur mahlûkları vardır-hem, çok kesretli olarak vardır. Melâike ve ruhâniyâtın vücudlarına dâir, Nokta nâmında bir risâlemde ve Yirmi Dokuzuncu Sözde iki kere iki dört eder derecesinde bir katiyetle ispat edilmiştir. Eğer istersen ona mürâcaat et.
İKİNCİ BASAMAK:
Zemin ile gökler, bir hükümetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muâmeleler vardır. Zemine lâzım olan ziyâ, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yani gönderiliyor. Vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin icmâıyla ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevâtürüyle, melâike ve ervâh, semâdan zemine geliyorlar.
Bundan, hisse karîb bir hads-i kati ile bilinir ki, sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider; öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiyâ ve evliyâ veya cesedlerini çıkaran ervâh-ı emvât, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Mâdem hiffet ve letâfet bulanlar oraya giderler; elbette cesed-i mîsâlî giyen ve ervâh gibi hafif ve latîf bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK:
Semânın, sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttırâdı ve vüs’at ve nurâniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi mutîdirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzâheme ve münâkaşayı icâb edecek bir sebep yoktur. Zîrâ, memleket geniş, fıtratları sâfî, kendileri mâsum, makamları sabittir.
Evet, zeminde ezdâd içtimâ etmiş, eşrâr ahyâra karışmış; içlerinde münâkaşât başlamış. O sebepten, ihtilâfât ve ıztırâbât düşmüş; ve ondan, imtihânât ve müsâbakàt teklif edilmiş; ve ondan, terakkiyât ve tedenniyât çıkmış. Şu hakikatin hikmeti şudur ki:
Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Mâlûmdur ki, birşeyin semeresi, en uzak, en cemiyetli, en nâzik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan, en câmi’, en bedî, en âciz, en zayıf ve en latîf bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumâna nisbeten, maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mu’cizât-ı san’atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrâkiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve makesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtât ve hayvanâtın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medâr ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta numunegâhı ve mensucât-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin süratle değişen taklidgâhı ve besâtîn-i dâimenin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı