olmuştur.
İşte arzın
Hâşiye
bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor; onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren,
der.
Hem, arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden süratli tahavvülü ve devamlı tegayyürü iktizâ eder ki, sekenesi de ona göre mazhâr-ı tahavvülât olsun.
Hem, şu mahdut arz, hadsiz mu’cizât-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sâir zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için, nihayetsiz terakkî ve nihayetsiz tedennîye mazhar olmuştur. Enbiyâdan, evliyâdan tut, tâ Nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peydâ olmuştur. Mâdem öyledir, elbette Firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şerâretiyle semâya ve ehline taş atacaklar.
DÖRDÜNCÜ BASAMAK:
Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hàlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok nâmları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, Ashâb-ı Nebî safında küffara karşı muhârebe etmek için melâikeleri göndermesini iktizâ eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktizâ eder ki, melâike ile şeyâtîn ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mâbeynlerinde mübâreze olsun. Evet, küffarın nüfûs ve enfâsları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emir ile, bir sayha ile onları mahvetmiyor; Rubûbiyet-i âmme ünvânıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübâreze açıyor.
Temsilde hatâ olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükümeti itibâriyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur; meselâ, daire-i adliye onu "hâkim-i âdil" nâmiyle yâd eder, daire-i askeriye onu "kumandan-ı âzam" nâmiyle bilir, daire-i meşihât onu "halîfe" ismiyle zikreder, daire-i mülkiye onu "sultan" nâmiyle tanır, mutî ahali ona "merhametkâr padişah" derler, âsi insanlar ona "kahhâr hâkim" derler; daha bunlara kıyas et. İşte bâzı vakit oluyor ki, bütün ahali Onun elinde olan o padişah-ı âlî, âciz, zelîl bir âsiyi bir emir ile idâm etmiyor. Belki hâkim-i âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir,
Hâşiye
Evet, küre-i arz, küçüklüğüyle beraber semâvâta karşı gelebilir. Çünkü, nasıl ki, "Dâimî bir çeşme, vâridâtsız büyük bir gölden daha büyük" denilebilir. Hem, bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsülâtla, zâhiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvâzeneye çıkabilir. Aynen öyle de, küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san’atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medâr ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlûkat âlemlerine ölçek ve mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli yüz bin tarzda, masnuâttan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolu mâziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al; yani, bütün mâzisini hazır farz et; sonra yeknesak ve bir derece basit semâvâta karşı muvâzene et. Göreceksin ki, arz, ziyâde gelmezse, noksan da kalmaz. İşte, Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz sırrını anla.
Göklerin ve yerin Rabbi [Allah’tır]. (Ra’d Sûresi: 16; İsrâ Sûresi: 102; Kehf Sûresi: 14.)