Sözler On Beşinci Söz

hem sâdık bir memurunu taltife liyâkatini biliyor, fakat hususi ilmiyle, hususi telefonuyla onu taltif etmiyor; belki haşmet-i saltanat ve tedbîr-i hükümet ünvânıyla mükâfata istihkàkını teşhir etmek için, bir meydan-ı müsâbaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya dâvet eder, bir istikbâl-i siyâsî yaptırır, muhteşem bir imtihân-ı ulvî neticesinde bir mecmâ-ı âlîde onu taltif eder, liyâkatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.
İşte, , Ezel ve Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyât-ı Celâliye ve tezâhürât-ı Cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve ünvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktizâ eden isim ve ünvan ve şe’n ise, kanun-u tenâsül, kanun-u müsâbaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumi kanunlar misillü, kanun-u mübârezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamât ve vesveselerin mübârezelerinden tut, tâ semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübârezesine kadar, o kanunun şümûlünü iktizâ eder.
BEŞİNCİ BASAMAK: Mâdem arzdan semâya gidip gelmek var, semâdan arza inip çıkmak oluyor; ehemmiyetli levâzımât-ı arzıye oradan gönderiliyor. Ve mâdem ervâh-ı tayyibeler semâya gidiyorlar. Elbette, ervâh-ı habîse dahi, ahyârı taklîden semâvât memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü, vücudca, letâfet ve hiffetleri var. Hem, şüphesiz tard ve ref’ edilecekler. Çünkü, mahiyetçe şerâret ve nuhûsetleri vardır.
Hem, bilâşek velâşüphe, şu muâmele-i mühimmenin ve şu mübâreze-i mâneviyenin, âlem-i şehâdette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünkü, saltanat-ı Rubûbiyetin hikmeti iktizâ eder ki, zîşuur için, bâhusus en mühim vazifesi müşâhede ve şehâdet ve dellâllık ve nezâret olan insan için, tasarrufât-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın. Nasıl ki, nihayetsiz bahar mu’cizâtına yağmuru işaret koymuş ve havârik-ı san’atına esbâb-ı zâhiriyeyi alâmet etmiş; tâ âlem-i şehâdet ehlini işhâd etsin. Belki, o acîb temâşâya, umum ehl-i semâvât ve sekene-i arzın enzâr-ı dikkatlerini celb etsin. Yani, o koca semâvâtı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir sûretinde gösterip, haşmet-i Rubûbiyetini tefekkür ettirsin.
Mâdem şu mübâreze-i ulviyenin ilânı, hikmeten lâzımdır; elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hâdisât-ı cevviye ve semâviye içinde şu ilâna münâsip hiçbir hâdise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zîrâ yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisât-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hâdisenin, bu hikmetten ve şu gàyeden başka ona münâsip bir hikmeti bilinmiyor. Sâir hâdisât öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Adem’den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur.
ALTINCI BASAMAK: Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühûda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte, bunun için Kur’ân-ı Kerîm, öyle i’câzkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bâhir üslûblarla ve öyle

En yüce sıfatlar Allah’ındır. (Nahl Sûresi: 60.)