uyandırılmasın, küçük büyük her amellerinden suâl edilmesin, mahşere gidip mahkeme-i kübrâyı görmesin? Hayır ve aslâ.
Hem, bütün gelecek zamanda olan
Hâşiye
mümkinâta kàdir olduğuna, bütün geçmiş zamandaki mu’cizât-ı kudreti olan vukuâtı şehâdet eden ve Kıyâmet ve haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşâhede icâd eden bir Kadîr-i Zülcelâlden, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir? Mâdem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp hüküm verilmiyor; elbette bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir.
Sekizinci Hakikat:
Bâb-ı vaad ve vaîddir; ism-i Cemîl ve Celîlin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnuâtın Sânii, bütün enbiyânın tevâtürle haber verdikleri ve bütün sıddıkîn ve evliyânın icmâ ile şehâdet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i İlâhîsini yerine getirmeyip-hâşâ-acz ve cehlini göstersin? Halbuki, vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez. Şek hafif ve pek kolay, geçmiş baharın hesabsız mevcudâtını gelecek baharda kısmen aynen,
Hâşiye 1
kısmen mislen
Hâşiye 2
iâdesi kadar kolaydır. İfâ-i vaad ise, hem bize, hem her şeye, hem Kendisine, hem saltanat-ı Rubûbiyetine pekçok lâzımdır. Hulfü’l-vaad ise, hem izzet-i iktidarına zıddır, hem ihâta-i ilmiyesine münâfidir. Zîrâ, hulfü’l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir.
Ey münkir! Bilir misin ki, küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinâyet işliyorsun ki, kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir vecihle hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilâf Onun izzetine,
Hâşiye
Evet, zaman-ı hazırdan tâ ibtidâ-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-ı mâzi umumen vukuâttır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı birer satırdır, birer sayfadır, birer kitaptır ki; kalem-i kader ile tersîm edilmiştir. Dest-i Kudret, mu’cizât-ı âyâtını onlarda kemâl-i hikmet ve intizam ile yazmıştır. Şu zamandan tâ Kıyâmete, tâ Cennete, tâ ebede kadar olan zaman-ı istikbâl, umumen imkânâttır. Yani, mâzi vukuâttır, istikbâl imkânâttır.
İşte, o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse, nasıl ki dünkü günü halk eden ve o güne mahsus mevcudâtı icâd eden Zât, yarınki günü mevcudâtıyla halk etmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez; öyle de, şüphe yoktur ki, şu meydan-ı garâib olan zaman-ı mâzinin mevcudâtı ve hârikaları bir Kadîr-i Zülcelâlin mu’cizâtıdır. Katî şehâdet ederler ki; o Kadîr, bütün istikbâlin, bütün mümkinâtın icâdına, bütün acâibinin izhârına muktedirdir.
Evet, nasıl ki bir elmayı halk edecek, elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icâd etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icâd etmeyen, bir elmayı icâd edemez. Zîrâ o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icâd eden, bir baharı icâd edebilir. Bir elma, bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misâl-i musağğarıdır. Hem, san’at itibâriyle, koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibâriyle öyle bir hârika-i san’attır ki, onu öylece icâd eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halk eden, Kıyâmet Gününü halk edebilir. Ve baharı icâd edecek, haşrin icâdına muktedir bir Zât olabilir. Zaman-ı mâzinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemâl-i hikmet ve intizam ile takıp gösteren, elbette istikbâl şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhassa "Yirmi İkinci Söz"de gayet katî ispat etmişiz ki, herşeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz ve birtek şeyi halk eden herşeyi yapabilir. Hem, eşyanın icâdı birtek Zâta verilse, bütün eşya birtek şey gibi kolay olur. Ve suhûlet peydâ eder. Eğer müteaddit esbâba verilse ve kesrete isnad edilse, birtek şeyin icâdı bütün eşyanın icâdı kadar müşkülâtlı olur ve imtinâ derecesinde suûbet peydâ eder."
Hâşiye 1 Ağaç ve otların kökleri gibi.
Hâşiye 2 Yapraklar, meyveler gibi.