Sözler Otuz Birinci Söz

şu sözü serrişte ederek, gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak’aya dâir siyer ve tarih, o vak’a ile münâsebettar küffârın adem-i vukuuna dâir hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız, âyetinin beyân ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar
"Sihirdir" demişler ve "Bize sihir gösterdi. Eğer sâir taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse, hakikattir; yoksa bize sihir etmiş" demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki, "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i âlem (a.s.m.) hakkında-hâşâ!-"Yetim-i Ebû Tâlib’in sihri semâya da tesir etti" dediler.
İkinci Nokta
Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: "İnşikak-ı kamer; parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfârakat-ı Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevâtirdir. Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhâldir. Hâle gibi meşhur bir kuyrukluyıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevâtirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi, tevâtürle vücudu katîdir" demişler. İşte böyle gayet katî ve şuhudî mesâilde teşkikàt-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhâl olmamak kâfîdir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.
Üçüncü Nokta
Mu’cize, dâvâ-i nübüvvetin ispatı için, münkirleri iknâ etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise, dâvâ-i nübüvveti işitenler için, iknâ edecek bir derecede mu’cize göstermek lâzımdır. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhâr etmek, Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine münâfi olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhâliftir. Çünkü, "Akla kapı açmak, ihtiyârı elinden almamak" sırr-ı teklif iktizâ ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikak-ı kameri, feylesofların hevesâtına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sâir hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-i nübüvvete delil olmazdı, risâlet-i Ahmediyeye (a.s.m.) hususiyeti kalmazdı, veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyârını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebû Cehil gibi kömür ruhlu, Ebû Bekir-i Sıddîk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zâyi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilâf-ı metâli, sis ve bulut gibi sâir mevânii perde ederek, umum âleme gösterilmedi, veyahut tarihlere geçirilmedi.
Dördüncü Nokta
Şu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken, âni bir sûrette vuku’ bulduğundan, etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek. Bâzı efrâda görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâkî bir sermâye olmayacak.