Birinci temsil: Şöyle ki: On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi, birtek zât-ı müşahhas, muhtelif aynalar vâsıtasıyla külliyet kesb eder; bir cüz’î-yi hakiki iken, şuûnât-ı kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer. Evet, nasıl cismânî şeylere cam ve su gibi maddeler ayna olup, cismânî birtek şey o aynalarda bir külliyet kesb eder; öyle de, nurânî şeylere ve ruhâniyâta dahi, hava ve esîr ve âlem-i misâlin bâzı mevcudâtı aynalar hükmünde ve berk ve hayal süratinde birer vâsıta-i seyir ve seyahat sûretine geçerler ki, o nurânîler ve o ruhânîler, hayal süratiyle o merâyâ-i nazîfede ve o menâzil-i latîfede gezerler, bir anda binler yerlere girerler ve her aynada, nurânî oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetine mâlik oldukları için, cismâniyetin aksine olarak, her yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif cismânîlerin akisleri ve misâlleri, o cismâniyetin aynıları olmadığı gibi, hâsiyetine dahi mâlik değil, ölü sayılırlar.
Meselâ, güneş müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vâsıtasıyla bir küllî hükmüne geçer; zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyâsı ve ziyâsındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misâli, herbir parlak cisimde bulunur. Farazâ güneşin ilmî şuuru bulunsa idi, her ayna onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zîşuurla aynalar vâsıtasıyla, hattâ göz bebeğiyle, birer telefon hükmünde muhâbere edebilirdi; bir şey, bir şeye mâni olmazdı, bir muhâbere, bir muhâbereye sed çekmezdi; her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.
Acaba, bir Zâtın binbir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir aynası hükmünde olan güneş, böyle teşahhusu ile beraber küllî yerlerde, küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?
İkinci temsil: Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere kâinatın hakàikına misâl olabilir. İşte, biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını, kâinata bir misâl-i musağğar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onun ile göstereceğiz. Şöyle ki:
Şu ağacın, lâakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin, lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki, şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tâbir edilen bir cilve-i irâde-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti; her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak; onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irâde ve o kanun-u emrî; ziyâ, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü, gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnu’larda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişâr ile olsa idi, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişâr etmeden herbirisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münâfi olmuyor. Hattâ