DÖRDÜNCÜ REMİZ:
Birşeyin lezzeti, hüsnü, cemâlî, emsâl ve ezdâdına bakmaktan ziyâde, mazharlarına bakarlar. Meselâ kerem, güzel ve hoş bir sıfattır; kerîm olan zât, başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem, bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatleri derecesinde hakiki bir lezzet alır. Meselâ, bir vâlidenin evlâdının mesûdiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vâsıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu fedâ eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu, civcivlerini himâye etmek için, arslana saldırtır.
İşte, mâdem evsâf-ı âliyedeki hakiki lezzet ve hüsün ve saadet ve kemâl, akran ve ezdâda bakmıyor, belki mezâhir ve müteallikàtına bakıyor; elbette Hayy-ı Kayyûm ve Hannân-ı Mennân ve Rahîm ve Rahmân olan Zât-ı Zülcemâl ve Kemâlin rahmetindeki cemâl ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena’umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye" tâbir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudât mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesrûriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz. O mânâların birer lem’asına bakmak istersen, gelecek temsilâtın dürbünü ile bak:
• Meselâ, nasıl ki sehâvetli, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyâfeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukarânın minnettarâne tenâ’umları ve o aç olanların müteşekkirâne telezzüzleri ve o muhtaç olanların senâkârâne memnûniyetleri, ne derece o kerîm zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider; anlarsın.
İşte, küçücük bir sofranın hakiki mâliki olmayan ve bir tevzîât memuru hükmünde olan bir insanın mesrûriyeti böyle ise; cin ve insi ve hayvanâtı fezâ-i âlem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva-ı mat’umâtı câmi’ bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nevinde o ziyâfete dâvet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün enva-ı lezâizi câmi’, sermedî, ebedî bir dâr-ı bekàda Cennetleri, herbirisini birer sofra-i ni’met ederek hadsiz lezâizi ve letâifi câmi’ bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakiki yemek için ziyâfet açan bir Rahmân-ı Rahîme âit ve tâbirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin.