Sözler Otuz İkinci Söz

faydasız çarpışır. Ve hadsiz arzuların ve makàsıdın tahsiline semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem, kendi vücudunu yükleyemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha Cehenneme gitmeden Cehennem azabını çeker.
Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalâlet, iptal-i his nevinden, gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat, hissedeceği zaman, yani kabre yakın olduğu vakit birden hisseder. Çünkü, Cenâb-ı Hakka hakiki abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki, o cüz’î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler tâife düşmanları, hayatına karşı tehâcüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.
Hem, bu vaziyette iken, insaniyet itibâriyle, nev-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı bir Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvâli ve insanın ahvâli onu dâimâ iz’âc eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâunu, tûfanı, kaht ü galâsı, fenâ ve zevâli, ona gayet müz’ic ve karanlıklı birer musîbet sûretinde, onu tâzib eder.
Hem, şu haldeki insan merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünkü, kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde, kuyuya girmiş iki kardeşin muvâzene-i halinde denildiği gibi, nasıl bir adam güzel bir bahçede, güzel bir ziyâfette, güzel ahbablar içinde nezâhetli, tatlı, nâmuslu, hoş, meşrû bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip, gayr-i meşrû ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa, nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü, ehl-i nâmus ve mübârek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakàret eder; hem, ziyâfetteki leziz taamları ve temiz kapları, mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar; hem, mecliste muhterem kitapları ve mânidar mektupları mânâsız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hâkezâ. Böyle bir şahıs, nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır; öyle de, sû-i ihtiyârından neş’et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalâlet divâneliğiyle Sâni-i Hakîmin şu misafirhâne-i dünyasını tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esmâ-i İlâhiyeyi tazelendiren masnuâtın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini adem ile idâm tasavvur ederek ve tesbihât sadâlarını zevâl ve firâk-ı ebedî vâveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektubât-ı Samedâniye olan şu mevcudât sayfalarını mânâsız, karma karışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümât-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli ise hakiki ahbablara visâl dâveti olduğu halde, bütün ahbablardan firâk nöbeti tasavvur ettiğinden, hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcudâtı, hem Cenâb-ı Hakkın esmâsını, hem mektubâtını inkâr ve tezyif ve