Sözler Otuzuncu Söz

saatte mu’cizât-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsülât verdirir. Nihayetsiz hazîne-i rahmetinin hedâyâsını, nihayetsiz kudretinin mu’cizâtının numûnelerini harekât-ı zerrât ile izhâr eder.
• Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sayfada nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için, Nakkaş-ı Ezelî, zerrâtı kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizamla tavzif etmiştir.
Evet, geçen senenin mahsulatıyla şu senenin mahsulatının mahiyetleri bir hükmündedir; fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünât-ı itibâriyeyi değiştirmekle maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünât-ı itibâriye ve teşahhusât-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fânî oldukları halde, onların maânî-i cemîleleri muhâfaza olunup, sabit ve bâkî kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsâlinin hakikatçe aynılarıdır; yalnız teşahhusât-ı itibâriyede fark var. Fakat, o itibârî teşahhuslar, her vakit tecelliyâtı tazelenmekte olan şuûnât-ı esmâ-i İlâhiyenin maânîlerini ifade için şu bahardakiler, ayrı teşahhusâtla onların yerine geldiler.
• Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misâl gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sâir uhrevî âlemlere birer mahsülât veya tezyinât veya levâzımât gibi onlara münâsip şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraâ-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında, Hakîm-i Zülcelâl, zerrâtı tahrik edip, kâinatı seyyâle ve mevcudâtı seyyâre ederek şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pekçok mahsülât-ı mâneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazîne-i kudretinden nihayetsiz bir seyli dünyadan akıttırıp, âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.
• Beşincisi: Nihayetsiz kemâlât-ı İlâhiyeyi, hadsiz celevât-ı cemâliyeyi ve gayetsiz tecelliyât-ı celâliyeyi ve gayr-i mütenâhî tesbihât-ı Rabbâniyeyi şu dar ve mahdut zeminde ve mütenâhî ve az bir zamanda göstermek için zerrâtı kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizamla tavzif ederek, mütenâhî bir zamanda, mahdut bir zeminde gayr-i mütenâhî tesbihât yaptırıyor, gayr-i mahdut tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliyesini gösteriyor, çok hakàik-ı gaybiye ve çok semerât-ı uhreviye ve fânîlerin bâkî olan hüviyet ve sûretlerinden pekçok nukuş-u misâliye ve çok mânidar nusûc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek, zerreyi tahrik eden, şu makàsıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır; yoksa, her bir zerrede güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.
Daha bu beş numûne gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatte; biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverâna kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zum etmişler. İşte, bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir; hikmetleri, hikmetsizliktir.
Üçüncü Noktada altıncı uzun bir hikmet daha söylenecektir.