Sözler Otuzuncu Söz

yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrât hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemâlâta koşturuluyor.
Sâlisen: Zîhayat cisimlerin zerrâtı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle mânevî bir nura, bir letâfete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki, sâir zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerrâtı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nâzik vazifeleri görmesiyle olduğundan gösteriyor ki, Sâni-i Hakîmin emriyle vazife-i fıtrat içinde zerrâtın enva-ı harekâtına göre onlara tecellî eden esmânın hesâbına ve şerefine olarak, birer mânevî letâfet, birer mânevî nur, birer makam, birer mânevî ders almalarını gösteriyor.
Elhâsıl: Mâdem Sâni-i Hakîm Her şey için o şeye münâsip bir nokta-i kemâl ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tâyin edip ve o şeye, o nokta-i kemâle sa’y edip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor; ve bütün nebâtât ve hayvanâtta şu kanun-u Rubûbiyet câri olmakla beraber, cemâdâtta dahi câridir ki, âdi toprağa, elmas derecesine ve cevâhir-i âliye mertebesine bir terakkiyât veriyor ve şu hakikatte muazzam bir "kanun-u Rubûbiyetin" ucu görünüyor.
Hem, mâdem o Hàlık-ı Kerîm, tenâsül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanâta ücret olarak, birer maaş gibi, birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sâir hidemât-ı Rabbâniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemâl verir, şevk ve lezzete medâr birer makam veriyor; ve şunda bir muazzam "kanun-u kerem"in ucu görünüyor.
Hem, mâdem Her şeyin hakikati Cenâb-ı Hakkın bir isminin tecellîsine bakar, ona bağlıdır, ona aynadır; o şey ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir, o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese, o güzel vaziyet hakikat nazarında matlûbdur. Ve şu hakikatten gayet muazzam bir "kanun-u tahsin ve cemâl"in ucu görünüyor.
Hem, mâdem Fâtır-ı Kerîm, düstur-u kerem iktizâsıyla bir şeye verdiği makamı ve kemâli, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemâli geriye almıyor, belki o zîkemâlin meyvelerini, neticelerini, mânevî hüviyetini ve mânâsını, ruhlu ise ruhunu ibkà ediyor. Meselâ, dünyada insanı mazhar ettiği kemâlâtın mânâlarını, meyvelerini ibkà ediyor, hattâ müteşekkir bir mü’minin yediği zâil meyvelerin şükrünü, hamdini, mücessem bir meyve-i Cennet sûretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatte muazzam bir "kanun-u rahmet"in ucu görünüyor.
Hem, mâdem Hallâk-ı Bîmisâl israf etmiyor, abes işleri yapmıyor, hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefât etmiş mahlûkların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuâtında istimâl ediyor, onların binâlarında derc ediyor; elbette, -1- sırrıyla -2- işaretiyle şu dünyada câmid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrât-ı arzıyenin elbette taşı, ağacı, her şeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bâzı binâlarında derc ve

1 Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün. (İbrâhim Sûresi: 48.)

2 Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)