süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile ulvî bir âşığın muvakkat bir iftiraktan müştâkàne, ümitkârâne bir hüzün ile gınâsı (şarkısı); hem, zafer veya harbe ve ulvî fedâkârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü, edeb ve belâgat, tesir-i üslup itibâriyle ya hüzün verir, ya neşe verir.
Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firâkü’l-ahbabdan gelir. Yani ahbab var; firâkında müştâkàne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyetedâ, nurefşân Kur’ân’ın verdiği hüzündür.
Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latîf ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemâlullâha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neşedir. İşte,
ifade ettiği azîm mânâ ve büyük hakikat, kàsırü’l-fehm olanlarca ve dikkatsizlikle, mübâlâğalı bir belâgat için muhâl bir sûret zannediliyor. Hâşâ, mübâlâğa değil, muhâl bir sûret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vâki’ bir sûrettir.
O sûretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzîr edemez, demektir. Hem, edememiş ki, gösterilmiyor.
İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesâileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’ân’ın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir; nasıl da, numûnesini gösterdik.
Üçüncü Cilve: Kur’ân-ı Hakîm, her asırdaki tabakàt-ı beşerin herbir tabakasına, güyâ doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitâb ediyor. Evet, bütün benî Âdem’e bütün tabakàtıyla en yüksek ve en dakîk ilim olan imâna ve en geniş ve nurânî fen olan mârifetullâha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi’ maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye dâvet eden, ders veren Kur’ân ise, her neve, her tâifeye muvâfık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki, ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakàt bulunmak lâzımdır. Derecâta göre, herbiri, Kur’ân’ın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Şu hakikatin çok numûnelerini zikretmişiz; onlara mürâcaat edilebilir. Yalnız, burada bir iki cüz’ünün, hem yalnız bir iki tabakasının hisse-i fehmine işaret ederiz.
De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.)