Sözler Yirmi Beşinci Söz

ve izâle etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın Mutasarrıfı, o Kur’ân’a âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakıyet vermesiyle, onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı ve Kur’ân’ın tercümanı olan Zâtın (a.s.m.) herkesten ziyâde ona îtikad ve ihtirâmı ve nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimânede bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakîki hâdisât-ı kevniyeyi gaybiyâne, Kur’ân ile tereddütsüz ve itminân ile beyân etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle Kur’ân’ın herbir hükmüne îman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması, Kur’ân semâvî, hakkàniyetli ve kendi Hàlık-ı Rahîminin mübârek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Hem, nev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzamı göz önündeki o Kur’ân’a müncezibâne ve dindarâne irtibatı ve hakîkatperestâne ve müştakàne kulak vermesi ve çok emârelerin ve vâkıaların ve keşfiyâtın şehâdetiyle cin ve melek ve rûhânîler dahi, tilâveti vaktinde, pervâne gibi, etrâfında hakperestâne toplanmaları, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmîden tut, tâ en zekî ve âlime kadar herbirisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakîkatleri fehmetmeleri ve yüzer fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın büyük müçtehidleri ve usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî muhakkikleri gibi her tâife kendi ilmine âit bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihrâc etmeleri, Kur’ân’ının menbâ-ı hak ve mâden-i hakîkat olduğuna bir imzadır.
Hem, edebiyatça en ileri bulunan Arap edibleri-şimdiye kadar Müslüman olmayanlar-muârazaya pekçok muhtaç oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâgatının-tek bir sûresinin-mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muâraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’câzına karşı çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur’ân mu’cize ve tâkat-ı beşerin fevkınde olduğuna bir imzadır.
Evet, bir kelâm, "Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?" denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezâhür etmesi noktasından, Kur’ân’ın misli olamaz ve ona yetişilemez. Çünkü, Kur’ân bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Hàlıkının hitâbı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannûu ihsâs edecek hiçbir emâre bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların, belki bütün mahlûkàtın nâmına mebus ve nev-i beşerin en meşhur ve nâmdar muhâtabı bulunan ve o muhâtabın kuvvet ve vüs’at-i îmânı koca İslâmiyeti tereşşuh edip, sahibini Kàb-ı Kavseyn makamına çıkararak, muhâtab-ı Samedâniyeye mazhariyetle nüzûl eden ve saadet-i dâreyne dâir ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbânî maksatlara âit mesâili ve o muhâtabın bütün hakàik-ı İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan îmânını beyân ve izah eden ve koca kâinatı, bir harita, bir saat, bir hâne gibi her tarafını gösterip, çevirip