Sözler Yirmi Dördüncü Söz

İkinci Yol: Berzahlar tavassut eder. Ayna ve mazharların kabiliyetleri şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.
İşte, Zühre, Katre, Reşha, her birisi evvelki yolda diyebilirler ki, "Ben umum âlem güneşinin bir aynasıyım." Fakat ikinci yolda öyle diyemez; belki, "Ben kendi güneşimin aynasıyım, veyahut nevime tecellî eden güneşin aynasıyım" der. Çünkü, güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nevinin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde, mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki, kayıtsız, berzahsız mutlak güneşin âsârını o mukayyed güneşe veremiyor. Çünkü, bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtât, hayvanâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri o dar kayıt ve mahdut berzah içinde gördüğü güneşe şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imânî bir tarzda ve o mukayyed ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri aklîdir, şuhudî değil. Belki bâzan, hükm-ü imânîleri şuhud-u kevniyelerine müsâdeme eder, pek güçlükle inanabilirler.
İşte, hakikate dar gelen ve bâzı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz, üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zîrâ onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.
İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesâfet peydâ eden arkadaş, sen Zühre ol. Nasıl ki, o Zühre çiçeği ziyâ-i şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o bir renk içinde şemsin timsâlini karıştırıp kendine zînetli bir sûret giydiriyor. Zîrâ senin istidadın dahi ona benzer.
Hem, şu esbâba dalmış Eski Said gibi, mektepli feylesof ise kamere âşık olan Katre olsun ki; kamer, güneşten aldığı ziyâ zıllini ona verir ve onun göz bebeğine bir nur verir. O da, o nur ile parlar. Fakat, o Katre, o nur ile yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki, imânıyla görebilir.
Hem, şu her şeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbâbı bir perde telâkkî eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp, Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsâlini gözbebeğinde saklıyor.
Şimdi mâdem biz bu üç şey yerine geçtik; kendimize bakmalıyız. Bizde ne var? Ne yapacağız? İşte bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder, perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise her birimiz, istidadımıza göre, o muhabbet câzibesiyle sülûk edeceğiz.
Ey Zühre-misâl! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakkî ede ede tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güyâ bütün çiçeklerin hükmüne geçtin.