Halbuki, Zühre kesif bir aynadır. Onda ziyâdaki yedi renk inhilâl ve inkısâr eder; şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor; perde çekiyor, gösteremiyor. Sen, şu halde, sûretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neşet eden firâktan kurtulamazsın. Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsini ile telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, baş aşağı celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü, sen onun aynasısın. Vazifen, âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazîne-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet, nasıl bir çiçek güneşin küçücük bir aynasıdır; şu koca güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelînin "Nur" isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misâl bir aynasıdır. Ey kalb-i insanî! Sen, nasıl bir güneşin aynası olduğunu, bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra, kemâlini bulursun. Fakat güneşi, nefsü’l-emirde nasıl ise, öyle göremezsin. O hakikati, çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri, ona bir renk verir ve kesâfetli dürbünün bir sûret takar ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.
Şimdi sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere kadar terakkî ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesâfetli, zulümâtlıdır; ne ziyâsı var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhûde, ilmin faydasız gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habîsenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki, tabiat gecesini terk edip, hakikat güneşine teveccüh etsen; ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir. Bu şartı yaptıktan sonra, sen, kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine haşmetli güneşi bulursun. Fakat, sen dahi öteki arkadaşın gibi, güneşi sâfî göremezsin. Belki, senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nesc ettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
İşte, Reşha-misâl üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesîfe, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziyâ ile nura döner. O ziyânın cilvelerinden gelen bir şuâa yapışır, yanaşır.
Ey Reşha-misâl! Mâdem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun; sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, sâfî bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem, o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne aynaların küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen, sâfî, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için, anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve aynalarda müşâhede olunan, güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir.