Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat, bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.
İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarîk ile kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat, neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler. İşte nasıl, bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer aynasında bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyâyı, dehşetli câzibeyi aklına sığıştıramıyor; belki, görenlere teslim olup, taklid ediyor. Öyle de, verâset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen, haşr-i âzamı ve Kıyâmet-i Kübrâyı taklidî olarak kabul eder; "Aklî bir mesele değildir" der. Çünkü, hakikat-i haşir ve Kıyâmet, İsm-i Azamın ve bâzı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve Kıyâmeti, gece-gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminân-ı kalb ile kabul eder.
İşte şu sırdandır ki, haşir ve Kıyâmeti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Azamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşâdın iktizâsıyla, bir derece basit ve ibtidâî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler. Hem, şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bâzı erkân-ı imâniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem, şu sırdandır ki, mârifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefâvüt ediyor. Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikatı ihsâs ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsil ile iktifâ ediyoruz. Haddimizin ve tâkatimizin fevkinde olan esrâra girişmeyeceğiz.
Üçüncü Dal
Kıyâmet alâmetlerinden ve âhir zaman vukuâtından ve bâzı amâlin fazîlet ve sevaplarından bahseden ehâdîs-i şerîfe güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmânı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız, "On İki Asıl"ı beyân ederiz.
• Birinci Asıl: Yirminci Sözün âhirindeki suâl ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:
Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi, ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese göz ile görülecek vukuâtı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhûl kalsın, ne de bedihî olup, herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyârı elinden almayacak. Zîrâ, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i Kıyâmet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zâyi olur.
İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât dahi çok muhteliftir; birbirine zıd hükümler olmuş.