dinsiz düşmanlarım ve insafsız muârızlarım kusurlıı şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar, dîvâneliklerinden, yine her nevî desîselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütûhâtına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bâzı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da, vazgeçiremiyorlar.
Bu hakîkat için, hem bu zamanda enâniyet ziyâde hükmettiği için, haddimden çok ziyâde olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum ve ben, kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem, kardeşlerimin bu bîçare kardeşlerine verdiği makâm-ı uhrevî, hakîki, dînî makam ise, Mektubât’ta İkinci Mektubun âhirindeki kâideye göre, "Şahsıma verdikleri mânevî hediye olan kemâlâtı-eğer hâşâ-ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor." Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enâniyet müdâhale edebilir.
Birşey daha kaldı ki; dünya cihetinde, hakâik-ı îmâniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa daha iyi tesir eder, denilebilir. Bunda da iki mâni var:
Birisi: Farazâ velâyet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin mâhiyetindeki