meşkûku çabuk izâle ederlerdi. Allah’a îman umûmi olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle, çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette olan bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakâik-ı îmâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı îmâniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakîkat-i kudsiye lâzımdır ki, onların tecâvüzâtını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin.
İşte, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeâtı bulunan Risâle-i Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’ân’ın elmas kılıncı ile kınyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeye ve îmânın hakîkatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor...
Evet, Risâle-i Nur îman ve küfür muvâzenelerini ve hidâyet ve dalâlet,mukâyeselerini bu mezkûr hakîkatleri bilmüşâhede ispat ediyor.
Ayetü’l-Kübra, s. 191-193; 199-200.