2. Tarih bize gösteriyor ki, en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı aliyeyi, Ceziretü’l-Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek harikulade değil midir? Evet, şems-i hakikatin ziyasındandır.
Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziretü’l-Arabı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziretü’l-Araba git, en büyük filozoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlakın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabinin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o filozofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zatın yaptığı o cila İlahi, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir.
Ve keza, bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah’ın adetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir.
Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumi cereyana muhalefet etmemek lazımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh, o cereyanlarda, tevfik-i İlahinin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.
Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lazım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur.
Bundan anlaşılır ki, İslamiyet, nev-i beşer için fıtri bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegane bir amildir.
Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselama bak. O Zat, ümmiliğiyle beraber, bir kuvvete malik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hakimiyetleri sebkat etmemişti; bir hakimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itmi’nan ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkar-ı ammeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet adetlerini, çirkin ahlakları kaldırarak pek yüksek adat ve güzel ahlakı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları, o zamana, o aleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sahirlerin sihirlerini yutan asa-yı Musa gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istila eden zulüm, fesat, ihtilal,