İkincisi: Gâyet intizamlı ve mîzanlı ve hikmetli olan şu mevcudât, nihayetsiz kadîr ve hakîm bir Zâtın îcâdıdır denilmezse, tabiata verilse, o vakit tabiat, nebâtâtın menşei ve meskeni olan ve nebâtâta saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makineleri ve matbaaları yerleştirmeli ki, o toprak, her türlü nebâtâtın menşei ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen miktarları dâhilinde verebilsin. İşte bu hurâfeyi ve hadsiz muhâlâtı netice veren bu mefkûreyi taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suûbetli ve müşkilâtlı acib muhâlâtın, nasıl suhûletli vücuda inkılâb ettiği hakkındaki suâle hakîkatli ve gâyet mâkul bir cevap verilmiştir.
Üçüncüsü: İki misâli var.
BİRİNCİSİ: Hâlî bir sahrâda kurulmuş gâyet mükemmel ve müzeyyen bir saraya giren vahşî bir adamın misâliyle izah edilen bir hakîkattir. şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu’cizât-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, Ulûhiyeti inkâr eden vahşî tabüyyunlar girer. Gördükleri mevcudâtın, dâire-i mümkinat hâricinde olan Zât-ı Vâcibü’1- Vücudun eser-i sanatı olduğunu düşünmeyerek, dâire-i mümkinat içinde bulunan ve kudret-i İlâhiyenin tebeddül ve tegayyür eden icrâat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavânîn-i âdetullaha ve bir fihriste-i sanat-ı Rabbâniye olan İlâhî kanunlara yanlışlıkla "tabiat" nâmını verip, eşyanın îcâdını ona tahmil ederek, öylece ahmakâne bir bâtıl yola girerler ki, ahmaklığın müntehâsında en büyük ahmaklık nişânını göğüslerine kendi elleriyle takarlar.
ÜÇÜNCÜ MUHÂLIN İKİNCİ MİSÂLİ: Gâyet muhteşem bir kışlaya ve gâyet muazzam bir câmie giren vahşî bir adamın misâliyle temsil edilen ikinci bir hakîkattir. Sultan-ı Ezel ve Ebedin hadsiz cünûdunun muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata, tabiat fikirli münkirler girerler. Bakarlar ki, bütün mevcudât iş başında, vazifededirler. Sâni-i Zülcelâlin Zât-ı Akdesinden i’râz ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâlin bir cilve-i Rabbâniyesi olan kuvvetini müstakil bir kadîr telâkki ederek, mânevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur etmekle beraber, o kanunlann ellerine îcad vererek "tabiat" nâmını taktıklarından, bütün gördükleri şu hârikulâde mevcudâtı tabiata isnâd edip, vahşîlerin en vahşîsi olduklarını ilân ederler.
İşte, taksim-i aklî ile, mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından; bu yollar hadsiz ve hesapsız muhâlleri icab eden dokuz muhâl ile kapatılarak, bilbedâhe ve bizzarûre, dördüncü yol olan Vahdet yolu katî bir sûrette sâbit olur. Ve herbir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zât-ı Vâcibü’1-Vücudun dest-i kudretinden çıktığını ve semâvât ve arz, kabza-i kudretinde olduğunu gösterir. Esbabperest ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra, onları insafa dâvet eden ve mesleklerini terk ettiren gâyet izahlı ve çok şirin ve gâyet lâtif bir beyândan sonra, sorulan iki şüpheli suâlin birincisine, "redd-i müdâhale ve men-i iştirak"