mu’cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyânın pederi ve dîvân-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâmın mu’cizesi umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarâhate yakın işaret ediyor. Cenâb-ı Hak (c.c.), mânen şu âyetin lisân-ı işaretiyle diyor ki:
"Ey beniâdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhâniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden, siz dahi mâdem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız; bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda bütün mahlûkata karşı rüçhâniyetinize liyâkatinizı göstermek gerektir. Zîrâ kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.
"Fakat sizin pederiniz, bir defa şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından, tabiat dalâletine sukùta vâsıta yapmayınız. Vakit bevakit başınızı kaldırıp, Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta urûc etmek için fünûnunuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünûn ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.
Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem
Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârik-ı sun’iyeyi "tâlim-i Esmâ" ünvânıyla ifade ve tâbir etmekte şöyle latîf bir remz-i ulvî var ki:Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor. pek çok perdeleri ve mütenevvi’ tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o san’at, kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir sûrette nâkıs bir gölgedir.
Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddîr’ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşâhede etmektir.
Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahâne-i kübrâsı olan rûy-i zeminde Rahîmâne cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıp, kemâlâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ, hakikat-i mevcudâttan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (Celle Celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını Müdebbirâne, Mürebbiyâne, eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla, şu hikmet, hikmet olabilir. Yoksa, ya hurâfâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü, dalâlete yol açar.
İşte sana üç misâl; sâir kemâlât ve fünûnu bu üç misâle kıyas et.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle, beşeri şimdiki terakkiyâtında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i