koyduğu çok hâtemleri vardır. O hâtemlerden bir hâtemi şudur ki:
O zîhayat, meselâ şu insan, âdetâ kâinatın bir misâl-i musağğarı, şecere-i hilkatin bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki, envâ-ı âlemin ekser numûnelerini câmi’dir. Güyâ o zîhayat bütün kâinattan gayet hassas mîzanlarla süzülmüş bir katredir. Demek şu zîhayatı halk etmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzım gelir.
İşte, eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki, bir kelime-i kudreti, meselâ, bal arısını ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak; ve bir sayfada, meselâ, insanda şu kitâb-ı kâinatın ekser meselelerini yazmak; hem, bir noktada, meselâ, küçücük incir çekirdeğinde koca incir ağacının programını derc etmek; ve bir harfte, meselâ, kalb-i beşerde şu âlem-i kebîrin safahâtında tecellî ve ihâta eden bütün esmânın âsârını göstermek; ve bir mercimek tanesi kadar mevkî tutan kuvve-i hâfıza-i insaniyede bir kütüphâne kadar yazı yazdırmak; ve bütün hâdisât-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte derc etmek, elbette ve elbette Hàlık-ı Küll-i Şeye has ve bu kâinatın Rabb-i Zülcelâline mahsus bir hâtemdir.
İşte, zîhayat üstünde olan pek çok Hâtem-i Rabbânîden bir tek hâtem, böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa, acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen,
demeyecek misin?
DÖRDÜNCÜ LEM’A:
Bak, şu semâvâtın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudâta ve çeşit çeşit masnuâta dikkat et! Göreceksin ki; her biri üstünde Şems-i Ezelînin taklid kabul etmez turraları vardır. Nasıl hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir ikisini gördük; ihyâ üstünde dahi öyle turraları vardır. Temsil, derin mânâları fehme yakınlaştırdığından, bir temsil ile şu hakikati göstereceğiz.
Meselâ, güneş, seyyârelerden tut, tâ katrelere kadar, tâ camın küçük parçalarına kadar ve karın parlak zerreciklerine kadar, şu güneşin misâliyesinden ve inikâsından bir turrası, güneşe mahsus bir eser-i nurânîsi görünüyor. Şâyet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, güneşin cilve-i in’ikâsı ve tecellî-i aksi olduğunu kabul etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyâya mâruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte, tabiî, hakiki bir güneşin vücudunu bilasâle kabul etmek gibi gayet derece bir divânelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir. Öyle de, Şems-i Ezelînin tecelliyât-ı nurâniyesinden "ihyâ" yani "hayat vermek" cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki, farazâ bütün esbâb toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklid edemezler. Zîrâ, her biri birer mu’cize-i Kudret olan zîhayatlar, her biri o Şems-i Ezelînin şuâları hükmünde olan esmâsının nokta-i mihrâkiyesi sûretindedir.
Eğer, zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acîb-i san’atı, o nazm-ı garîb-i hikmeti ve o tecellî-i sırr-ı ehadiyeti, Zât-ı
Şiddet-i zuhurundan gizlenmiş olan Zâtı her türlü kusur ve noksan sıfattan tenzih ederiz.