Acaba, on üç asırda, fâsılasız olarak, hadsiz ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-ı Zîşânın birtek işareti, böyle bir hakikati ispat etmeye kâfi iken, binler tasrihât ile bu hakikat-i haşriyeyi gösterip ispat ettikten sonra, o hakikati tanımayan bir echel ahmak için, Cehennem azabı lâzım gelmez mi? Ve ayn-ı adâlet olmaz mı?
Hem, birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semâvî suhufları ve mukaddes kitapları dahi, bütün istikbâle ve umum zamanlara hükümran olan Kur’ân’ın tafsilâtla, izahâtla, tekrar ile beyân ve ispat ettiği hakikat-i haşriyeyi asırlarına ve zamanlarına göre, o hakikati katî kabul ile beraber, tafsilâtsız ve perdeli ve muhtasar bir sûrette beyân, fakat kuvvetli bir tarzda iddiâ ve ispatları, Kur’ân’ın dâvâsını binler imza ile tasdik ederler.
Bu bahsin münâsebetiyle, risâle-i Münâcâtın âhirinde,
rüknüne sâir rükünlerin, hususan rusül ve kütüb’ün şehâdetini münâcât sûretinde zikredilen pek kuvvetli ve hulâsalı ve bütün evhamları izâle eden bir hüccet-i haşriye, aynen buraya giriyor. Şöyle ki: Münâcât’ta demiş:
Ey Rabb-i Rahîmim!
Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki, başta Kur’ân ve Resûl-i Ekremin olarak bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta numuneleri görülen celâlli ve cemâlli isimlerinin tecellîleri, daha parlak bir sûrette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fânî âlemde Rahîmâne cilveleri, numuneleri müşâhede edilen ihsanâtının daha şâşaalı bir tarzda dâr-ı saadette istimrârına ve bekàsına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede onları zevk ile gören ve muhabbet ile refâkat eden müştakların, ebedde dahi refâkatlerine ve beraber bulunmalarına icmâ ve ittifak ile şehâdet ve delâlet ve işaret ederler.
Hem, yüzer mu’cizât-ı bâhirelerine ve âyât-ı kàtıalarına istinâden, başta Resûl-i Ekrem ve Kur’ân-ı Hakîmin olarak, bütün nurânî ruhların sahipleri olan peygamberler ve bütün münevver kalblerin kutupları olan velîler ve bütün keskin ve nurlu akılların mâdenleri olan sıddîkînler ve bütün suhuf-u semâviyede ve kütüb-ü mukaddesede Senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinâden, hem Senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktizâ eden kudsî sıfatlarına, şe’nlerine ve Senin izzet-i celâline ve saltanat-ı Rubûbiyetine îtimâden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhâtını bildiren hadsiz keşfiyâtlarına ve müşâhedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan itikadlarına ve imânlarına binâen, saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet için Cehennem ve ehl-i hidâyet için Cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar. Kuvvetli imân edip, şehâdet ediyorlar.
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahmân-ı Rahîm! Ey Sâdıku’l-Va’di’l-Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl!
Âhiret gününe imân etmek.