Sözler Onuncu Söz

Bu kadar sâdık dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfat ve şuûnâtını yalancı çıkarmak, tekzib etmek; ve saltanat-ı rubûbiyetinin katî mukteziyâtını tekzib edip yapmamak; ve Senin sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının âhirete bakan hadsiz duâlarını ve dâvâlarını reddetmek, dinlememek; ve küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzib etmekle, Senin azamet-i kibriyâna dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında onları tasdik etmekten yüz binler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, Senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz cemâlini ve hadsiz rahmetini, hadsiz derece takdîs ediyoruz. Ve bütün kuvvetimizle imân ederiz ki, o yüz binler sâdık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiyâ, asfiyâ, evliyâlar, hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn sûretinde Senin uhrevî rahmet hazînelerine âlem-i bekàdaki ihsanâtının defînelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehâdetleri hak ve hakikattir; ve işaretleri doğru ve mutâbıktır; ve beşâretleri sâdık ve vâkidir; ve onlar bütün hakikatlerin mercîi ve güneşi ve hâmisi olan Hak isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-i ekber-i haşriye olduğunu imân ederek, Senin emrinle, Senin ibâdına hak dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ı hakikat olarak tâlim ediyorlar.
Yâ Rab!
Bunların ders ve tâlimlerinin hakkı ve hürmeti için, bize ve Risâle-i Nur talebelerine imân-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle. Âmin.
Hem, nasıl ki Kur’ân’ın, belki bütün semâvî kitapların hakkàniyetini ispat eden umum deliller ve hüccetler; ve Habîbullâhın, belki bütün enbiyânın nübüvvetlerini ispat eden umum mu’cizeler ve bürhanlar, dolayısıyla, en büyük müddeâları olan âhiretin tahakkukuna delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine şehâdet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayısıyla, rubûbiyetin ve ulûhiyetin en büyük medârı ve mazharı olan dâr-ı saadetin ve âlem-i bekànın vücuduna, açılmasına şehâdet ederler. Çünkü, gelecek makamâtta beyân ve ispat edileceği gibi, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun hem mevcudiyeti, hem umum sıfatları, hem ekser isimleri, hem rubûbiyet, ulûhiyet, rahmet, inâyet, hikmet, adâlet gibi vasıfları, şe’nleri lüzum derecesinde âhireti iktizâ ve vücûb derecesinde bâkî bir âlemi istilzam ve zarûret derecesinde mükâfat ve mücâzât için haşri ve neşri isterler.
• Evet, mâdem ezelî, ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı ulûhiyetinin sermedî bir medârı olan âhiret vardır. Ve mâdem, bu kâinatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rubûbiyet-i mutlaka var ve görünüyor; elbette o rubûbiyetin haşmetini sukuttan, hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek.
• Hem mâdem göz ile görünen bu hadsiz in’âmlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler, perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir; elbette in’âmı istihzâdan ve ihsanı aldatmaktan ve inâyeti adâvetten ve rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihânetten