Sözler Yirmi Beşinci Söz

-1- ile ifade ettiği hakikat-i acîbeye kadar; ve semânın -2- hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezâda dağılmasına kadar; ve dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar; ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, tâ Cennete, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamanının vukuâtından, Hazret-i Âdem’in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ tûfana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser enbiyânın mühim hâdisâtına kadar; ve -3- işaret ettiği hâdise-i ezeliyeden tut, tâ -4- ifade ettiği vâkıa-i ebediyeye kadar bütün mebâhis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyân eder ki, o beyân, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sayfa hükmünde temâşâ eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki tarafı birleşmiş, ittisâl peydâ etmiş bir sûrette bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyândır.
Nasıl bir usta, binâ ettiği ve idare ettiği iki hâneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur’ân dahi şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tâbir câiz ise programını yazan, gösteren bir Zâtın beyânına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu’ ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şâibe-i taklid veya başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud’anın emâresi olmadığı gibi; bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulûsiyle sâfî, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı "Güneşten geldim" der, Kur’ân dahi "Ben Hàlık-ı âlemin beyânıyım ve kelâmıyım" der.
Evet, şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli ni’metlerle dolduran ve san’atperverâne ve ni’metperverâne, şu derece san’atının acîbeleriyle, şu derece kıymettar ni’metlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravârî tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni’, bir Mün’im’den başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir temâşâgâh-ı san’at-ı İlâhiyeye çeviren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziyâ, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı

1 Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. (Zilzâl Sûresi: 1.)

2 Sonra İlâhî irâdesini, buhar halindeki dünya semâsına yöneltti. (Fussılet Sûresi: 11.)

3 Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (A’râf Sûresi: 172.)

4 Yüzler var, o gün ışıl ışıldır, Rabbine bakar. (Kıyâmet Sûresi: 22-23.)