Sözler Yirmi Beşinci Söz

asfiyâ ve evliyâ ve hükemânın münevver kısmı olan hükemâ-i İşrâkiyyunun hikmetleriyle, Kur’ân’ın hikmetine karşı derecesini gösterip, şu cihette Kur’ân’ın i’câzına muhtasar bir işaret edeceğiz:
İşte, Kur’ân-ı Hakîmin ulviyetine en sâdık bir delil ve hakkàniyetine en zâhir bir bürhan ve i’câzına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur’ân, bütün aksâm-ı tevhidin bütün merâtibini bütün levâzımâtıyla muhâfaza ederek beyân edip muvâzenesini bozmamış, muhâfaza etmiş; hem, bütün hakàik-ı âliye-i İlâhiyenin muvâzenesini muhâfaza etmiş; hem, bütün Esmâ-i Hüsnânın iktizâ ettikleri ahkâmları cem’ etmiş, o ahkâmın tenâsübünü muhâfaza etmiş; hem rubûbiyet ve ulûhiyetin şuûnâtını kemâl-i muvâzene ile cem’ etmiştir. İşte şu muhâfaza ve muvâzene ve cem’, bir hâsiyettir; katiyen beşerin eserinde mevcud değil ve eâzım-ı insaniyenin netâic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyâların eserinde, ne umûrun bâtınlarına geçen İşrâkıyyunun kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhânîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güyâ bir taksimü’l-a’mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor; başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.
Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyed enzâr ile ihâta edilmez. Kur’ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihâta etsin. Kur’ân’dan başka, çendan Kur’ân’dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz’î zihniyle, yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur, ya ifrat veya tefrit ile hakàikın muvâzenesini ihlâl edip, tenâsübünü izâle eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acîb bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsil ile şu meseleye işaret ederiz.
Meselâ, bir denizde hesabsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir defînenin bulunduğunu farz edelim. Gavvâs dalgıçlar, o defînenin cevâhirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki, bütün hazîne uzun direk gibi bir elmastan ibârettir. Arkadaşlarından, başka cevâhiri işittiği vakit, hayal eder ki, o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusûs ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yâkut eline geçer, başkası murabbâ bir kehribar bulur ve hâkezâ, herbiri, eliyle gördüğü cevheri o hazînenin aslı ve mu’zâmı itikad edip, işittiklerini o hazînenin zevâid ve teferruâtı zanneder. O vakit hakàikın muvâzenesi bozulur, tenâsüb de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakiki rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır; hattâ, bâzan inkâr ve ta’tîle kadar giderler. Hükemâ-i İşrâkiyyunun kitaplarına ve Sünnetin mîzanıyla tartmayıp keşfiyât ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakàik-ı Kur’âniyenin cinsinden ve Kur’ân’ın dersinden aldıkları halde-çünkü Kur’ân değiller-böyle nâkıs geliyor.
Bahr-i hakàik olan Kur’ân’ın âyetleri dahi o deniz içindeki defînenin bir gavvâsıdır. Lâkin, onların gözleri açık; defîneyi ihâta eder, defînede ne var ne yok görür. O defîneyi öyle bir tenâsüb ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyân eder ki, hakiki hüsn-ü cemâli gösterir.
Meselâ, âyet-i